Ana sayfa » Blog » Öykü – Viyana Gökleri
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 21 Şubat 2011 tarihinde Kayıp Dünya sitesinde yayınlanmıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

E-Kitap Linkleri
Öykü hakkında ne dediler?
  • Kayıp Dünya (6 yorum)
    • Tek kelimeyle şahane! Benzerlerini veya devamını beklerim. (: – Gürkan KARA
    • Mehmet bey merhaba, önce şunu söylemem lazım, çok beğendim!! Kısa hikayelerin dizi hikayelere göre avantajını bu hikayede görmek mümkün. Tek bölümlük hikayeleri daha çok seviyorum sanırım 🙂 Diğer hikayelerinizi de okudum ve hikayecilikteki becerinizi zevkle takip ediyorum … – Mine
    • Başlarda ne olduğunu tam anlamasam da ortalara gelince çok beğendim, macera ve hayal gücünüzü yansıtama şeklinize hayran kalarak bitirdim 🙂 Çok başarılısınız. Tebrik ve teşekkür ederim (böyle güzel bir hikaye için). – Tayfun K.
    • Son derece sağlam ve başarılı bir hikaye. Altuğ Bey’in de belirttiği gibi, alternatif tarih ve steampunk alt-türlerinde, benzerine Türkçe’de belki de şimdiye kadar hiç rastlamadığımız bir alt-evren yaratmışsınız. Burada geçen diğer hikayelerinizi de bekleyeceğim. Bilimkurguda kendi dilimizi ve hikayelerimizi böyle başarılı örneklerle görebilmek gurur verici. Tekrar tebrik ediyorum Mehmet Bey. Çıtayı gitgide yükseltiyorsunuz. 🙂 – Badahan Canatan
    • Mehmet sanırım bu hayal gücünün yarısı Osmanlı’da var olabilseydi şu an Dünya çok farklı bir yer olurdu. Tersine Gezegende olduğu gibi bu öykünde de zengin hayal dünyanı tecrübe etmek çok hoş oldu. Çok güzel ve yaratıcı bir öykü, tebrik ederim. – Mehmet Canpolat
    • Diğer hikayelerinizi daha okumadım ama bu çok güzeldi, tam dinlemek istediğim, ya da okumak diyelim,tarzda bir öykü. Umarım bu tarzda daha çok hikayenizi okuyabiliriz – Ridvan Saglam
  • Google Books (4/5 – 6 oy)
  • Kobo (4/5 – 18 oy, 1 yorum)
    • Kitap çok güzel sürükleyici bir kitap devamını bekliyorum – Hamza
  • Goodreads (4.33/5 – 3 oy, 1 yorum)
    • Mehmet Kardaş’ın fantastik tarihi kurgusu. Ekitap formatında yazar tarafından internette paylaşılmış, ancak aslında tek bir öyküvar kitapta. Viyana kuşatması sırasında şehri bombardıman eden Bulut isimli bir uçan gemi (zeplin?) var öykümüzde. bu teknolojinin var olduğu alternatif osmanlı dünyası hakkında yazılabilecek daha çok şey var. Kardaş’ın devam maceralarını ve öykünün evreninde geçen yeni maceralar yazmasını dört gözle bekliyorum. tek sıkıntı isimlerde oldu. benim açımdan : Adnan ve Bulut kardeşler Osmanlı için çok uzak geldiler bana 😉 – Bulent
  • 1000Kitap (8/10, 1 oy)

Viyana Gökleri

Bu öyküyü yazarın kendi sesinden sesli olarak dinlemeniz de mümkün.
Hitit Güneşi tarafından yayınlanan öyküyü buradan dinleyebilirsiniz.

II. Viyana Kuşatması

20 Ağustos sabahı, 1683

Buluttan aşağı uzanan ip merdivende son adımını atmadan önce durdu Adnan. Boynuna indirilmiş gözlüğü, lastiklerini başının arkasından geçirerek gözlerinin üzerine sıkıca oturttu. Boynuna sarılı kalın atkıyla da ağzını örttü. Aşağıdaki soğuktan yüzünü biraz olsun koruyabilmiş olacaktı böylece.

Bulutu oluşturan sisin içinde derin bir nefes aldı, ustaca atılan bir adımla son ilmeğe indi ve bulutun boğucu havasından kurtulup açık gökyüzüne çıktı. Yüzünü koruyan gözlük ve atkıya rağmen soğuk hava açıkta kalan yerlerine saldırırken huzursuzca kıpırdandı. İşe koyulmadan önce seri hareketlerle beline sarılı kancayı bel hizasındaki ilmeklerden birine geçirdi. Böylece iki eli de boşa çıkmış oluyordu.

Kancanın sağlam olduğunu kontrol ettikten sonra aşağıdaki muhteşem manzaraya baktı. Viyana havzasına usta bir dokumacının elinden çıkmış bir halı gibi serilmiş ordunun ihtişamı göğsünü kabarttı. Devasa ordu, havza boyunca göz alabildiğine yayılmıştı. Bu yükseklikten bile yer yer kurulmuş büyük çadırlar, hareket halinde olan birlikler ve gecenin bitişiyle söndürülmüş kamp ateşlerinden yükselen dumanlar hala seçilebiliyordu.

Gözünü aşağıdaki curcunadan ayırıp güneye baktı. Ufukta yeni yeni görünmeye başlayan güneşin ışıklarıyla göz alan Tuna nehrinin ardında, kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa gibi görünen Viyana duruyordu.

Hemen işe koyulsa iyi olacaktı çünkü ayaz yüzünden kol ve bacakları uyuşmaya başlamıştı bile. Önce gökyüzünü taradı dikkatle. Yakınlarda irili ufaklı birkaç bulut görebiliyordu. Gökyüzündeki tek bulutun kendileri olmadığına kanaat getirince rahat bir nefes aldı, sonra da omzunda asılı duran dûrbini gözlüklerinin üzerine götürdü ve şehre baktı.

Şehrin üzerinde havalanmış birkaç düşman balonunu görebiliyordu. Kendileri için tehdit unsuru olamayacak kadar alçakta, havada asılıymış gibi öylece duruyorlardı. Dûrbinini daha da aşağı, duvarların ardına saklanmış şehre doğru indirdi ama ayrıntılı bir incelemenin sırası değildi şimdi, hem bu mesafeden çok fazla bir şey göründüğü de söylenemezdi. Kısa bir süre sonra şehrin üzerinde olacaklardı. Adnan sadece bunun ne kadar süreceğini öğrenmek, aradaki mesafeyi kabaca hesaplamak için aşağıdaydı.

Biraz sonra tatmin olunca dûrbini tekrar omzuna astı ve bileğine takılı pusulaya baktı rotanın hatasız olup olmadığını anlamaya çalışarak.

Her şey yolundaydı. Yaklaşık bir saat sonra şehrin üzerinde olacaklardı.

Kendini merdivene bağlayan kancayı çıkarıp beline sardı ve bulutun içine doğru yükselen merdivenleri çıkarken soğuktan katılaşmış yüzüne yayılan gülümsemeye engel olmadı. Bekle Viyana, biz geliyoruz!


Adnan güverteye çıkan ip merdiven boyunca tırmanırken yan tarafında, sisin içinde düzen içinde çekilen kürekleri görebiliyordu. Uçlarına geniş yelken kumaşları gerilmiş kürekler ileri geri salınıyor, geminin hızla hedefine doğru ilerlemesini sağlıyordu.

Son basamakları çıkarken sisin içinde artık kürekler de görünmez oldu. Yukarı doğru, ip merdivenin küpeştenin kenarından sarkıtıldığı yere baktı. Tayfalardan biri elini uzatmış onu güverteye çekmek için hazır bekliyordu. Kolunu kavrayan güçlü elin kendisini yukarı çekmesine izin verdi.

Tahta zemine basınca o tanıdık gıcırtıyı duydu, içini bir güven duygusu kapladı. Yerden bu kadar yüksekte en önemli şey ayağını basabileceğin sağlam bir yer olmasıydı. Uyuşmuş bir şekilde küpeşteye yaslandı. İki tayfa aceleyle sarkıtılan ipi toplamaya koyulmuştu bile.

Adnan güvertede etrafına bakındı. Bir bulut gibi görünmelerini sağlayan sis yüzünden günün hangi saatinde olduklarını kestirmek güçtü. Dışarıda parlak bir yeni gün doğuyor olmasına rağmen burada boğucu bir karanlık hâkimdi. Üzerlerinde, kendisini gemiye bağlayan binlerce ipten kurtulmak için çabalayan, iki ucu sivri bir silindir şeklinde devasa bir balon vardı. Koca balonun başı ve sonunu görmek sis yüzünden mümkün değildi ama iskele ve sancak taraflarına yazılmış harflerin bir kısmı seçilebiliyordu. Gri balonun üzerine yeşil harflerle yazılmış ismi çok iyi biliyordu Adnan; Bulut. Osmanlı hava donanmasının en mühim gemisi.

Burada bulutun içinde, yoğun sis yüzünden aşağısı kadar acı bir soğuk da yoktu ama şu anda aşağıda toplanmış ve güneş ışıklarıyla ısınmakta olan askerleri düşününce onların yerinde olmak için neler verebileceğini düşündü. Hem kendilerine yakışmayan bu sinsice saldırı yerine aşağıda erkek gibi dövüşebilirdi.

Ağzını kapatan atkıyı ve kafasındaki gözlükleri çıkarırken sordu, “Ağabeyim güvertede mi?”

İp merdiveni çekmekte olan leventlerden biri yaptığı işe ara vermeden Adnan’a döndü. “Kaptan aşağıda. Odasında sizi bekliyor.”

Adnan yerinden doğruldu ve pupa tarafındaki alt güvertelere inen kapağa doğru yürüdü. Etraf ürpertici bir şekilde sessizdi. Tek duyulan üzerine bastığı tahtalardan ve balonu tutan iplerden gelen acı gıcırtılar ile sisi geminin dört bir yanına dağıtan borulardan çıkan, bir yılanı andıran tıslama sesleriydi. Bulutun içine gizlenmiş bir yılanın sesi. Göklerden sinsice yaklaşan ve düşmanı gafil avlayarak acımadan vuran bir yılan.

Başını çarpmamak için hafifçe öne eğilerek tahta merdivenleri inmeye başladı. Hasmının gözünün içine bakarak dövüşebilme fırsatı için neler vermezdi.


Kaptan kamarasının kapısını açmadan önce ağabeyinin içerden gelen hararetli sesini duydu. Alt kamaraların sıcaklığı ellerinde ve yüzünde karıncalanmalara yol açarken tahta kapıyı ittirip, kandillerle aydınlatılmış odaya girdi. “Selamünaleyküm.”

Odadaki yüzler hep birden ona doğru döndü. İçerde ağabeyi de dahil üç kişi vardı. Adnan’dan beş yaş büyük olan ağabeyi Bulut Reis geminin kaptanıydı. Geminin adıyla olan isim uyumu Adnan’ın her zaman hoşuna giderdi.

Bulut Reis, ufak bir masa üzerine açılmış olan Viyana haritasının üzerine eğilmişti. Yanında da gemi topçubaşısı Davut Bey ve kürekçibaşı Ali Ağa vardı. “Ve aleykümselam,” dedi Bulut Reis kardeşiyle bir anlığına göz göze gelerek. Ardından az önceki konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

“İmdi, şehrin üzerine vardığımızda buralarda gördüğünüz…” parmağıyla şehir haritasında işaretlenmiş birkaç yeri gösterdi. Adnan ise artık aklına kazınmış olan haritaya bakma ihtiyacı duymadı. Kaptan devam etti, “…hedeflerin üzerine vardığımızda, Adnan’ın işaretini bekleyeceğiz. Sadece ve sadece ondan haber aldığımızda bombalar bırakılacak.” Topçubaşı Davut Bey muhatabın kendisi olduğunun farkında olarak başını salladı.

Bulut Reis kürekçibaşına döndü. “Gönderilen bombaların hedefi vurduğu te’yit edildikten sonra çok hızlı manevra yapıp, hemen sonraki nişaneye yönelmeliyiz. O yüzden kürekçilerin hazır olmasını istiyorum. Ne gerekirse yapın.” Ali Ağa da ciddi bir şekilde başını salladı.

“Bu iki kertenin ne kadar önemli olduğunu hatırlatmama gerek yok zannederim. Düşman, hava savunma silahlarının bombardıman altında olduğunu anladığında elbet gökte bizi arayacaktır. O yüzden her şey noksansız olmalı. Tüm ablukanın kaderi buna bağlı.” Kaptan başını kaldırıp küçük odadakileri süzdü. “Eğer altı hedefi de kazasız belasız vurursak, gemiden renkli bir fişek bırakacağız. Bu da havada patladığında hava donanmasına hücum için işaret verecek. Donanma duvar savunmalarını yok edecek. Ordumuz da şehre girecek.”

Bulut Reis’in yüzünde başarılı olacaklarından şüphesi yokmuş gibi bir ifade vardı. Davut Bey ve Ali Ağa ise hafif endişeli gibiydi ama bir şey söylemediler, sadece başlarıyla kaptanı onayladılar. Bulut Reis kardeşine döndü, “Şehrin üzerine varmamıza ne kadar var?”

“Bir saate kalmaz şehre varırız Allah’ın izniyle.”

Kaptan hoşnut bir şekilde başını salladı. Sonra sanki bir şey düşünüyormuş gibi gözlerini bir süre masada duran kandile dikti.“Bu kadar,” dedi ardından tekrar gerçeğe dönmüş gibi. “Herkes işe koyulsun.”

Kapıya en yakın olan Adnan çıkacak oldu önce. “Adnan, sen biraz bekle,” dedi ağabeyi. Adnan da bozuntuya vermeden Davut Bey ve Ali Ağa çıkarken kapı önünde dikildi. Kapı kapandıktan sonra, ağabeyinin yüzündeki kendinden emin ifadenin kaybolmuş olduğunu gördü.

Bulut Reis masanın dibindeki tabureye sıkıntıyla çöktü. Dirseklerini masaya koyup başını iki elinin arasına aldı. Adnan bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı. “Canını sıkan nedir, ağabey?”

Bulut Reis bir süre öylece masanın üzerindeki haritaya bakmaya devam etti. “Ters gidebilecek o kadar çok şey var ki…” dedi başını kaldırmadan. “Omuzlarımıza çok büyük yük yüklediler ve içimde kötü bir his var.”

Adnan sakince ağabeyinin sırtını sıvazladı. “Meraklanma sen,” dedi güven verici bir şekilde sırıtmaya çalışarak, “her hedefi teker teker vuracağız. Bir sorun çıkmaz Allah’ın izniyle.”

Bulut Reis yüzünü kaldırıp Adnan’a baktı. Sıkıntılı hali bir kat daha artmıştı sanki. Kaptan bir şey söyleyecek oldu ama Adnan önce davrandı. “Hem mürettebattaki her adamı kendi ellerinle sen seçmedin mi? Hepsi de işinin erbabı. Hatta en iyileri. Boşuna dert ediyorsun.”

Ağabeyinin yüzünde hala bir umut belirtisi yoktu. Gözünü karanlıkta bir noktaya dikmişti yine. “Anlamıyorsun. İşin ucunda…” sıkıntıyla iç geçirdi, “…kellem var. Tan vaktinde, biz havalanmadan önce bir buyruk geldi. Muvaffak olamazsak kellem gidecek.”

Adnan bir an afalladı. Hava donanmasındaki en iyi kaptanın kellesi gidecekti demek bir hata dahi yaparsa. Sinirlerinin köpürmeye başladığını fark etti. “Bu ne cüret?! Bulut Reis’in kellesini alacaklar ha?”

Ağabeyi cevap vermedi.

“Kimden geldi bu ferman?”

Bulut Reis’in yüzü ifadesizdi. “Kaptan-ı Sema’dan. Hüseyin Paşa’dan.” Bir an sessizlik oldu. “Besbelli onun kelle de ipin ucunda,” diye devam etti Reis.

Nedense bunu bilmek Adnan’ın içindeki öfkeyi dindirmemişti. Ama ağabeyinin canını daha da sıkacak başka bir şey söylemedi. “Allah’ın izniyle muvaffak olacağız,” dedi sadece. “Viyana’yı alacağız.”

Bulut Reis hala düşünceliydi. “Adnan,” dedi. “Eğer muvaffak olamazsak, delice bir şey yapmayacağına söz ver. Ferman karşısında boynumuz kıldan incedir.”

Adnan şimdi bile delice bir şey yapmamak için kendini zor tutuyordu. Muvaffak olamazlarsa neler yapabileceğini düşünmek istemiyordu bile. Öfkesi köpürürken bir süre sessiz kaldı. “Söz,” diyebildi sonra.

İki kardeş endişeyle birbirini süzdü. Adnan odadan çıkmak için kapıya doğru bir adım attıktan sonra ağabeyine dönüp, “Yapmamı istediğin bir şey var mı?” diye sordu.

Bulut Reis’in yüz ifadesi yine görev başındaki gibi kudretli ve ciddi bir hal alır gibi oldu. “Gidip Macar’a bir bak. Baskın sırasında bir mesele çıkmayacağından emin olsun.”

Adnan topuklarını birbirine vurup hizaya geçti. “Emredersin, Kaptan!”

Sonra da odadan sessizce çıktı.


Tek tük kandillerle aydınlatılmış dar koridorda sert adımlarla yürürken öfkeden çenesi kasılmıştı. Hava donanmasındaki en sadık kaptanı bile tehdit ediyorlardı ha! Şimdiye dek Bulut Reis her verilen emri harfiyen yerine getirmişti. Donanmadaki en çalışkan, zeki ve kadirşinas insanlardan biriydi ağabeyi ve böyle bir tehdidi hak etmiyordu. Bir yanlış adımda cellâdın kılıcı inmek için bekliyordu demek.

Aşağıda olsalar gerekirse ta hünkârın huzuruna kadar çıkar işin aslını öğrenmeye, fermanı çıkarttıranları caydırmaya çalışırdı. Ama yerden neredeyse yedi yüz arşın yüksekte yapabileceği bir şey yoktu. Bir saate kalmadan girişecekleri akında her şeyin yolunda gideceğinden emin olmak dışında tabii.

Koridorun sonundaki oda, ocak odasıydı. Fakat aşçıya ait değildi burası. Gemiyi gökyüzünde gizleyen o sis bulutu üretiliyordu burada. İşin sorumlusu da Macar’dı. Ocak odası tamamen ona aitti. Doğrusu sisin nasıl üretileceğini bilen tek kişi de Macar’dı. Söylenenlere göre yaklaşık bir sene kadar önce bizzat sultan tarafından sığınma talebi kabul edilmiş ve karşılığında da sis bulutu üretebilen bir düzeneği, bir hava gemisinde işleyebilecek şekilde tasarlamıştı. Ama sisi oluşturmak için kullandığı maddelerin içeriğini ya da yakma işlemindeki hususî aşamaları halâ ondan başka bilen yoktu.

Adnan ocak kapısını ittirip içeri girdi. Kapıyı açar açmaz garip bir yanık kokusu burnunu ve genzini harladı. Macar, büyük bir bitki yaprağına sarılmış bir yumruyu ateşin içine atmakla meşguldü. Açılan kapının sesini duyunca telaşla ardına döndü. Kimin geldiğini görünce daha da telaşlanır gibi oldu. Hemen ocağın önündeki metal kapağı indirdi, odanın tamamen karanlığa gömülmemesi için az bir aralık bıraktı sadece.

Adnan aralıktan sızan alevlerin ışığında Macar’ı süzdü. Adamın boyu Adnan’ınkinden neredeyse yarım arşın kadar kısaydı. Koca gözlü tıknaz yapılı bir adamdı. Alnındaki kızarıklıklar ve ellerinin üzerindeki kabarcıklar birçok yanık izi taşıyordu.

“Bir sorun mi var?” dedi Macar garip lisanıyla. Çat pat da olsa gemidekilerle anlaşabiliyordu.

“Sen işini doğru yaptığın sürece bir sorun yok, Macar,” dedi Adnan genzini yakan dumana aldırmadan içini çekerek. Macar belli belirsiz başını salladı. Adama asıl adıyla hitap etmemiş olmasına rağmen artık buna kızmadığını fark ederek için için güldü Adnan. Hem o uzun, telaffuzu zor ismi kimse bilmiyordu ki zaten. Gemideki herkes onu Macar olarak bilirdi. “Bir saate kalmaz cenk halinde olacağız. Kaptan o sırada hiçbir mesele çıkmasın istiyor.”

Adnan’ın odada olması sanki ona hareket edecek yer bırakmıyormuş gibi rahatsızca kıpırdandı Macar. Cüsseli adamla göz göze gelmemeye çalışarak, “Sorun çıkmaz,” dedi titrek bir tonda.

“Güzel,” diye cevap Adnan da. Macar’la ne zaman konuşsa sanki adam kendisinden bir şey saklıyormuş gibi bir his kaplıyordu içini. Hoş, şimdiye dek adamın bir yanlışını da görmüş değildi ya.

İçeriye son kez bir göz attı ve kapıyı ittirerek boğucu odadan çıktı. Saldırı için hazırlanması gerekiyordu.


Her şey hazırdı. İp merdiven sancak tarafından atıldı. Adnan ağabeyine döndü. Yüzündeki ifade sadece Adnan’ın tanıyabileceği bir endişeyi taşıyordu.

Kaptan kardeşine sarıldı. “Allah bizi mahcup etmesin kardeşim.”

Adnan bir şey demedi. Nelerin tehlikede olduğunun farkındaydı. Bir bacağını kenardan atarak merdivene bastı ve ağabeyine son kez baktıktan sonra sisin içine doğru inmeye başladı. Kendisi bulutun altında yerini aldıktan sonra merdivenin orta kısımlarında tayfalardan biri daha duracaktı. Böylece Adnan’ın söyledikleri gemi içine hızlı bir şekilde iletilebilecekti.

Dikkatle aşağı doğru inerken, sağında intizam içinde çekilen, siste anaforlar oluşturan kürekleri geçti. Gözlüğünü ve atkısını taktıktan sonra bulutun içinden çıkıp buz gibi havaya adımını attı.

Yüzünün açıkta olan yerlerini binlerce ufak bıçak gibi kesen esintiye aldırmadan aşağı baktı. Şehir duvarlarının üzerinden geçmekte olduklarını görebiliyordu. Duvarların kuzeyinde iki tarafı ayıran bir hat gibi çekilmiş Tuna nehri vardı. Ötesinde de geminin sinyalini bekleyen Osmanlı ordusu. Donanma balonlarının çoğu şimdiden havalanmıştı bile. Hepsi de Bulut’tan bırakılacak işareti bekliyordu.

Belindeki kancayı merdivene taktıktan sonra omzunda asılı duran dûrbini gözüne götürdü ve hemen ilk hedefi aramaya koyuldu. Önce hedefin yakınlarındaki çan kulesini buldu, sonra da yüksek bir binanın damına kurulmuş silahı gördü. Bu yükseklikten bile silahın tüm damı kapladığını görebiliyordu. Muazzam bir şey olmalıydı. Muhtemelen hava balonlarını patlatmak için kullanılan bir tür zıpkındı.

Dûrbini indirip kolundaki pusulayı da kontrol etti. Hedefe yaklaşık beş dakika uzaklıktaydılar. Atkısını ağzından çekip merdivenden yukarıya, pusun içine doğru bağırdı. “Hedefe beş dakika!”

Biraz yukarısından söylediklerinin tekrar edildiğini işitti, ardından da daha zor işitilen ve güverteden gelen başka bir tekrar sesi duyuldu.

Dûrbinini kaldırıp hedefi izlemeye başladı. Hedefin üzerine gelmelerinden tam beş saniye önce gemiye bomba bırakma emri verecekti. Çünkü söylediklerinin içeriye kadar iletilmesi tam olarak bu kadar sürüyordu. Her şey önceden çalışılmış, birçok kez denenmişti. Ama işin ucunda ağabeyinin kellesi yoktu o zamanlar. Yine sinirlerinin köpürmeye başladığını fark etti. Şimdi bunları düşünemezdi. Hedefe odaklanmalıydı.

Gemi yerini alırken, “Bombaları yollayın!” diye bağırdı yukarı doğru tüm gücüyle. Dedikleri sanki yankılanıyormuş gibi yukardan iki kez söylendi. Adnan içinden saymaya başladı. Beş… dört… üç… iki… bir… şimdi!

Bulutun içinden aynı anda, aynı hizada üç büyük varil düşüşe geçti ve hızla gözden kayboldu. Kalp atışları hızlanırken dûrbinini kaldırdı, hala aynı hizada düşmekte olan varilleri buldu. Hadi vur şunu, vur şunu!

Silahın bulunduğu bina toz bulutu altında kaldı birden. Tam isabet!

“Tam isabet!” diye bağırdı yukarı doğru. Bir kez daha kontrol etmek için aşağı baktı dürbünüyle. Silahın olduğu binanın yanındaki çan kulesinin de artık orada olmadığını fark etti. Soğuktan katılaşmış yüz kasları bir gülümsemeyle şekilsizce gerildi. Bir taşla iki kuş.

İp merdiven hafifçe savruldu. Gemi hemen diğer hedefe doğru dönüşe geçmişti.

Gözlerini kısarak gökyüzünü taradı. Şehir semalarında, kendilerinden daha alçaklarda dolaşan birkaç düşman balonu görebiliyordu. Çaresizce bombaların kaynağını arıyorlardı belli ki. Ama gökyüzünde görebilecekleri bir Osmanlı gemisi yoktu. Bulut’un bulunduğu yüksekliğe çıkabilecek gemi sayısı da çok azdı zaten. Kısacası güvendeydiler.

Dûrbiniyle sıradaki hedefi buldu. Bir gözü kısık halde bir gözü de dûrbinde tüm gücüyle bağırdı, “Hazır olun…” gemi hedefin üzerine gelirken bekledi, “…bombaları bırakın!”

Beş saniye sonra bulutun içinden yine üç varil aynı hizada fırladı ve Adnan’ın gözetiminde hedefi vurdu.

Sıradaki diğer üç hedef de aynı şekilde sorunsuzca yok edildi. Ama beşinci hedefin vurulduğunu bildirmek için yukarı doğru bağırdığında bir şey fark etti Adnan. Yukarıda, merdivenin başında duran adamı görebiliyordu artık. Gemi tabanı da belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştı. Gemiyi bir bulut içinde saklayan sis dağılıyordu.

Yukarı doğru bağırdı boğazını yırtarcasına, “Sise ne oluyor?” Üstteki adamın da soruyu güverteye ilettiğini işitti. Birkaç dakikalık sessizlik oldu. Adnan düşman balonlarını gözlemeye başlamıştı bile. Henüz yerleri tespit edilmiş gibi görünmüyordu. Ama böyle giderse birkaç dakika içinde gemi açık seçik ortaya çıkacaktı. Düşman balonları bu yüksekliğe erişemeyecek olsa bile zıpkınlarla balonu patlatabilirlerdi.

Yukarıdan, hala sisin içinde olan güverteden bir ses duyuldu, “Ocakta bir sorun var ama hallediliyor, son hedefi de vuracağız.”

Gemi son hedefe doğru çoktan yönelmişti bile. Adnan hemen dûrbinini kaldırdı ve son silahı aramaya başladı. Önce kuzey duvarı yakınlarındaki bir gözetleme kulesini buldu sonra da şehrin içine doğru yüz arşın kadar geriyi dûrbiniyle taradı. Hedefin orada olması gerekiyordu. Silah yine o bölgedeki binalardan birinin damında bulunuyordu muhtemelen. Her damı büyük dikkatle inceledi ama silaha benzer bir şey göremedi. “Kahretsin!”

Soğuğa rağmen sırtında terler birikmeye başlamıştı. Dûrbini tekrar gözetleme kulesine çevirdi ve doğru yere bakıp bakmadığından emin olmak için silahın bulunması gereken alana doğru adımlarını takip etti. Ve bu sefer tuhaf bir şey fark etti. Hedefin bulunması gereken cephedeki damların üzerinde garip bir sarılık vardı. Bir şeyler dökülmüştü üzerlerine. Damlarda hareket eden birkaç kişiyi de görebiliyordu. Ne yapmaya çalışıyorlardı?

Ve birden anladı. Saman! Üzerini kapatarak silahı gizlemeye çalışıyorlardı.

Heyecan ve soğuktan titreyen eline hâkim olabilmek için dûrbini daha da sıkı tuttu. İyi de silah hangi damdaydı peki? Üzeri saman kaplı on kadar dam görüyordu. Silah onlardan birinde olmalıydı. Yukarı doğru bağırdı. “Son silah gizlenmiş!”

Sis o kadar dağılmıştı ki, merdivende bekleyen tayfanın dışında güverteden aşağı bakan birkaç kafayı bile görebiliyordu artık. “Hat bombardımanı yapacağız!” Kolundaki pusulaya baktı. “Sancak yönüne üç derece! Emrimi bekleyin!”

Bağırırken boğazı kurumuş, gırtlağı yırtılır gibi olmuştu. Gemi hafif bir rota değişimi yaparken yutkunmaya çalıştı. Kurumuş boğazına aldırmadan hemen yine dûrbini kaldırdı. Birazdan damların üzerinde olacaklardı. Hat bombardımanında gemi bir hat boyunca hızla ilerlerken bomba fıçıları teker teker ve aralıklarla bırakılacak böylece daha geniş bir alanda hasara yol açacaktı.

Gemi binaların üzerinde yerini alırken gözünü dürbünden ayırmadan bağırdı, “Hazır olun… şimdi!”

Kürekler son hızla çekilir gemi yoluna devam ederken omurganın altından variller teker teker dökülmeye başladı. Fıçılar damların üzerine düştükçe Adnan dürbünüyle patlamadan geriye kalan toz bulutunun ardını görmeye çalışıyor ve silahı vurmuş olmaları için dua ediyordu. Yerle bir olan birkaç binadan sonra, hala dumanı tüten, yarısı çökmüş bir binanın damında silahın parçalarını gördü sonunda. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. “Başardık!” dedi kendi kendine.

Dürbünü indirip omzuna asarken yukarı döndü, “Hedef…” ama cümlesini tamamlayamadı. Birdenbire ip merdiven şiddetle sola doğru savruldu. Adnan’ın iki ayağı da merdivenden kaydı. Elleri zaten boştaydı. Merdivenin ani çarpılmasıyla beyni dururmuş gibi oldu. Asılı halde havada bir kukla gibi dururken neler olduğunu ve neden düşüyor olmadığını anlamaya çalıştı. Beline doğru baktı. Kanca! Tabii ya. Hemen kendini toparladı. Ne oluyordu yukarıda? İp mi kopmuştu?

Belini yukarı doğrultup çarpılmış ip merdiveni tuttu. Dengesini sağlayınca yukarı bakabildi. Ve işte o zaman gördüğü şey karşısında kanı dondu. Her şey açıkça belliydi artık. Geminin etrafında sis falan kalmamıştı. Tepedeki heybetli balon, onu gemiye bağlayan halatlar ve güverteden sarkıtılmış ip merdiven, her şey apaçık ortadaydı. Ama asıl kanını donduran şey, elindeki bıçakla kopmuş ip merdivenin gemiye tutunan son kolunu da kesmeye çalışan adam olmuştu.

Adamın bıçağı tutan kolu ip üzerinde hızla ileri geri gidip gelirken Adnan son bir çabayla tırmanmaya çalıştı ama kanca hareketine engel oldu. Elini hemen kancanın takılı olduğu basamağa attı. Kancayı çekti ama yerinden oynatamadı. “Allah kahretsin!”

Belinden asılı halde savrulurken kanca ipe fena halde dolanmış olmalıydı. Çıkarmakla uğraşacak kadar vakti yoktu. Üzerindeki tek keskin şeyi, belinde duran hançeri çekti ve kancayı beline saran ipi bir hamlede kesti.

Nefes alış verişi kontrolsüz bir hal alırken can havliyle yukarı doğru birkaç adım attı. Balonu tutan halatların bağlı olduğu, gövdedeki kancalardan birine ip kesilmeden önce ulaşabilirse hayatta kalabilme şansı vardı. Nereye bastığını bilmeden, nereden tutunduğunu görmeden sadece kancalara odaklanmış bir halde son bir adım daha attı ve ip merdiven birden koptu. Ayakları boşluğa doğru giderken demir kancalardan birine doğru atladı.

İp merdiven bir şaklamayla yanından geçip giderken tek eliyle tutunabildiği kancaya öbür elini de attı. Kendini biraz yukarı çekti, ayaklarını da gövde üzerine koyup vücudunu gererek yukarı baktı. Yukarıda, muhtemelen hala küpeştenin kenarından aşağıyı gözetlemekte olan adamı gövdenin altındaki eğim yüzünden göremiyordu. Merdivenle beraber kendisinin de düştüğüne inanmış olmasını umdu.

Bir süre kancadan tutunmuş bir halde zorlukla soluk alıp verdi. İpi kesen kimdi? Gemide bir hain mi vardı, yoksa borda mı edilmişlerdi? Her iki durumda da yukarıda ağabeyi de dahil birçok kişinin hayatı tehlikedeydi. Sakinleşmeye çalışırken yukarıdan gelen sesleri dinledi. Birilerinin konuştuğunu duyabiliyor ama sesler ona gelene kadar boğuluyor, denilenleri anlayamıyordu. Sağ altında, bütün sabah durmaksızın çekilen küreklerin artık hareketsiz olduğunu gördü. Kesinlikle ters giden bir şeyler vardı.

Etrafına bakındı. Sağ ve solunda gergin halatların bağlı olduğu kancalar geminin bir ucundan diğerine uzanıyordu. Kancadan kancaya geçerek dikkatlice sola doğru ilerlemeye başladı. Merdivende hareketsiz geçen dakikalardan sonra sanki kasları başka birine aitmiş gibi geliyor, soğuktan donmuş elleriyle kancaları kavramakta zorlanıyordu. Uyuşukluğuna rağmen birkaç dakika içinde geminin arkasına ulaştı. Tutunduğu kancadan yukarı, balona doğru çıkan kalın halatın ardına parmaklarını geçirdi ve tırmanmaya başladı. Güverteye bir göz atmak, gemide neler olduğunu anlamasına yardımcı olabilirdi belki.

Kaslarının acıyla isyan etmesine, parmaklarının üzerlerindeki eldivenlere rağmen ip kesiği olmasına aldırmadan güverteyi görebileceği yüksekliğe çıktı. Başını kaldırıp etrafa bakmadan önce yine kulak kesildi. Anlamadığı bir dilde konuşuluyordu. Gemide kesinlikle yabancılar vardı. Dikkatlice başını yukarı uzattı ve anında neler olduğunu anladı.

Gemi mürettebatı dizlerinin üzerine çöktürülmüş ve sancak tarafına dizilmişti. Hepsinin de elleri arkadan bağlıydı. Başlarında duran dört düşman askerinin kılıçları ellerinde, gözleri esirlerin üzerindeydi. Topçubaşı Davut Bey ve leventlerini, Kürekçibaşını ve diğer tayfaları seçebildi. Esirler arasında bir tek kürekçiler ve Macar yoktu. Bir de ağabeyi, Bulut Reis.

İskele tarafına doğru bakınca da düşmanın gemiye nasıl çıktığını anladı. Üç farklı yerden küpeşteye atılmış kancalar vardı. Sis dağılınca bulutun içinde saklanan gemi ortaya çıkmış, Avusturyalılar da attıkları kancalardan tırmanıp gemiyi borda etmişti!

Kafası hızla çalışmaya başladı. Bir şeyler yapmalıydı. Yoldaşlarını kurtarmak için tek başına yapacağı bir saldırı hiçbir işe yaramazdı. Hem sadece bir hançerle ne yapabilirdi ki? Bir şekilde alt odalardan birine girmeliydi. Cephaneliğe ulaşabilirse silahlanabilirdi. Ayrıca yardım alabileceği birileri daha vardı. Kürekçiler güvertede olmadığına göre belki de kürek odasından dışarı çıkarılmamışlardı. Onları da kurtarabilirse ani bir saldırıyla düşmanı defedebilirlerdi.

Hemen işe koyulmak için inmeye başlayacaktı ki, birinin daha güverteye çıkarıldığını gördü. Onun da elleri arkadan bağlıydı. Sol kaşı yarılmış, yanağından aşağı kan süzülüyordu. Yüzü kanlı kişinin ağabeyi olduğunu gören Adnan donakaldı. Arkasından biri kaptanı güverteye ittirdi, sonra da koluna girerek diğer esirlerin yanına kadar zorla götürdü. Derken güverteye çıkan merdivenlerden emin adımlarla yürüyen başka biri daha çıkageldi. Yürüyüşünden ve parlak elbiselerinin göz alıcılığından saldırıyı yönetenin o olduğu belliydi. Belki de Bulut’u borda eden geminin kaptanıydı.

Zemindeki tahtaları sanki kırmak istiyormuş gibi yürüyerek ağabeyinin önüne geldi adam. Onu aşağılayıcı bakışlarla süzdükten sonra bir şeyler söyledi. Bulut Reis kılını kıpırdatmadı, tiksintiyle karşısındaki adama bakıyordu. Yanında dikilen düşman askeri kılıcıyla yeri işaret etti. Diğer tayfalar gibi diz çökmesini istiyorlardı belli ki. Lâkin Kaptan diz çökmedi, aksine meydan okurcasına başını ve omuzlarını daha da dikleştirdi. Parlak elbiseli Avusturyalı, tayfasına bir baş işareti yaptı. Düşmanın elindeki kılıç kalkarken Adnan bir narayla yerinden fırlamamak için kendini zor tuttu, kendine hâkim olabilmek için dişlerini kıracakmış gibi çenesini sıktı.

Ama düşman askeri, kılıcın keskin tarafını indirmek yerine sadece kabzasıyla Bulut Reis’in başına sertçe vurdu. Dengesini kaybeden kaptan bir inlemeyle dizlerini üzerine çöktü. Başı göğsüne düştü, yüzünden akan kanları önüne dökmeye başladı.

Memnun olmuş bir şekilde sırıtan düşman kaptanı tutsaklara arkasını döndü ve iskele tarafına, gemiye atılan kancalara doğru yürüdü. Aşağıya bir şeyler bağırdı. Bir an sonra gemi iskele tarafına ve aşağıya doğru sertçe yattı. Tutunduğu ipe daha da sıkıca sarıldı Adnan. Bulut’u düşman gemisine doğru çekiyorlardı. Gemiyi sağlam istiyorlardı demek.

Önündeki kan gölü büyümekte olan ağabeyine son kez baktı ve ipten aşağı doğru hızla inmeye başladı. Fazla vakit yoktu.


Sancak tarafındaki zıpkın deliğinden, elinden geldiğince sessiz olmaya çalışarak girdi. Gözleri karanlığa alışana kadar kıpırdamadı ve sessizce nefes alırken etrafa kulak kabarttı. Duyabildiği tek ses üst güvertede yürüyenlerin çıkardığı gıcırtılardı. Usulca yerinden doğruldu ve odaya göz gezdirdi.

Sancak tarafındaki zıpkın odasındaydı. Üç deliğin önüne konulmuş zıpkın silahlarından ve duvarlara dayalı irili ufaklı zıpkınlardan başka bir şey yoktu odada. Cephaneliğe ulaşabilmesi için buradan çıktıktan sonra bir alt güverteye inmeliydi. Yerinden kımıldamadan önce hançerini çekti ve her an saldırmaya hazır bir halde, parmak uçlarına basarak ara koridora açılan deliğe doğru yürümeye başladı.

Kapı ağzında durup yine etrafı dinledi. Tam civarın güvenli olduğuna kanaat getirip yerinden çıkmak için kımıldamıştı ki, birinin merdivenlerden inmekte olduğunu duydu. Hemen kapının yanında duvara sırtını verdi. Ayak sesleri zıpkın odasına doğru gittikçe yaklaştı. Kalp atışları hızlanırken hançerini kaldırıp nefesini tuttu ama sesler koridorda durdu. Dışarıda, koridorda dikilen adamın derin nefes alış verişini işitebiliyordu. Muhtemelen alt güverteleri kontrol etmesi için gönderilmiş biriydi.

Adnan bir an ne yapması gerektiğini düşündükten sonra odada, hemen yanında duvara yaslanmış bir halde duran zıpkınlardan birkaçına ayağıyla dokundu. Yere düşen zıpkınların çıkardığı gürültünün ardından dışarıdaki adamın birden sessizleştiğini fark etti. Sesi duymuş olmalıydı. Hançerini omuz hizasına kaldırarak bekledi. Koridordaki adam her adımını büyük bir dikkatle atarak girişe doğru yaklaşıyordu ama bastığı her tahta sanki onun yabancı biri olduğunu bilerek inatla gıcırdıyor, yerini belli etmeye çalışıyordu.

Düşman kapı ağzına geldi ama içeri girmedi. Karanlık odayı içeri girmeden önce bir gözlüyordu belli ki. Düşmanın odaya doğru bir adım atmasını beklerken nefesini tuttu Adnan. Sonra içeri doğru bir ayağın uzandığını gördü ve şimşek gibi bir hızla kapıya doğru dönüp hançerini adamın böğrüne sapladı. Yüz yüze geldiği düşmanın gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açıldı. Adam bir inleme bırakacakken, Adnan eliyle ağzına bastırdı. Düşman elindeki kılıcı oynatacak olunca da hançeri çekip bir daha sapladı. Adamın gözlerindeki ışık yavaş yavaş kaybolurken onu sessizce odaya doğru çekti.

Cansız bedeni bir kenara yatırdı ve tekrar etrafa kulak kabarttı. Kısa kapışma sırasında fazla ses çıkmamıştı ama emin olmak istiyordu. Yaklaşan ayak sesleri ya da patırtılar duymayınca biraz rahatladı. Hançerin üzerindeki kanı adamın elbiselerinde sildi ve sessizce odadan çıkıp aşağı, cephaneliğe doğru inmeye başladı.


Patlayıcı variller, barut fıçıları, kılıçlar, süngüler, çeşitli tüfek ve tabancalarla dolu odaya girince yine sessizleşti. Gemide olduğunun fark edildiğini belirten bir işaret yoktu henüz. Ağabeyinin iyi olması için dua ederken, bir sandıktan dolu halde iki çakmaklı tabanca seçti. İkisini de birer atış için kullanabilecekti sadece, çünkü arbede sırasında dolduracak vakti olmayacaktı. O yüzden bir de kılıca ihtiyacı vardı. İki tabancayı da arkadan kuşağına soktuktan sonra, duvarda asılı duran kılıçlardan birini aldı. Kınından çekip, karanlık odada bile parıldayan çeliğe baktı. Kabzasını sıkarken kanını kaynadığını hissetti. Hoşnut kalınca, kılıcı kınına geri sokup belindeki kemere taktı.

Odadan çıkmak üzereydi ki, gemiden varilleri atmaya yarayan kapakların yanında duran, diğer fıçılardan farklı olarak kırmızıya boyanmış bir fıçı dikkatini çekti. Sabahleyin ağabeyinin söylediklerini hatırladı. ‘Eğer altı hedefi de kazasız belasız vurursak, gemiden renkli bir fişek bırakacağız. Bu da havada patladığında hava donanmasına hücum için işaret verecek.’

Kızıl fıçıyı görünce ağabeyine gönderilen fermanı da hatırladı. Hedefler vurulmuştu. Görev başarılı olmuştu. Ağabeyinin kellesini korumak için varili delikten atmalı mıydı o zaman? Patlamanın sesi yukarıdakilerin dikkatini çekmez miydi?

Tüm ordu, saldırıya geçmek için gemiden atılacak bu kızıl varili bekliyordu. Ağabeyi ise yukarıda düşman önünde diz çökmeye zorlanmış, esir düşmüştü. Kendi kanıyla gemiyi kızıla boyuyordu.

Düşman gemisine doğru çekilen geminin hafifçe sarsılması Adnan’ı kendine getirdi. Önce Bulut tekrar ele geçirilmeli, kaptan kurtarılmalıydı. Donanmaya sonra işaret verilebilirdi. Ama ya gemiyi kurtarmayı başaramazlarsa? Ya kendi de esir düşerse?

Gemi bir kez daha hafifçe sallandı. Adnan kızıl varile arkasını dönüp sessizce merdivenleri tırmanmaya başladı.


Koridor boyunca sırtı duvarda, bir elinde kılıcıyla her adımda etrafına kulak kesilerek yürüdü. Kürekçilerin odasına açılan kapı, koridorun sağa kıvrıldığı taraftaydı. Dönemece yaklaşırken iki kişinin sessizce konuştuğunu duydu. Avusturyalılar.

Kapının önünde iki nöbetçi olmalıydı. Düşmanı gemiden atacaklarsa kürekçileri da yanına katması gerekiyordu. İki nöbetçiyi nasıl alt edebileceğini düşündü bir an. Ne yapacağı kafasında şekillendi ama çok hızlı hareket etmesi gerekecekti.

Dönemecin köşesine gelip son bir derin nefes aldı ve yerinden fırladı. İki adam daha kılıçlarına uzanamadan hayalet görmüş gibi öylece donakaldı bir anlığına. Ama bu duraksama hayatlarına mal olacaktı. Adnan’ın kılıcı birinin boğazını kesti, diğerinin de böğrüne girerken boş eli de ses çıkarmasın diye adamın ağzını kapattı. İki ceset yere düşerken Adnan kimsenin bir şey duyup duymadığını anlamak için karanlık bir köşeye sindi ve yine etrafı dinledi. Bir şey yoktu. Birkaç saniye sonra yerinden doğruldu ve cesetlerden aldığı bir anahtarla kürek odasının kapısını açtı.

Kapı açılır açılmaz bir oda dolusu adamın kendisine nefretle baktığını gördü. Sonra bu bakışlar elindeki kanlı kılıca kaydı, ardından da kim olduğunu anladıklarında şaşkınlığa ve umutla karışık bir sevince dönüştü. Adnan, kürek deliklerinden giren ışık sayesinde koridora göre nispeten daha aydınlık olan odaya girdi ve neden herkesin hala oturaklarında olduğunu, küreklerinin başından ayrılmadığını anlamaya çalıştı. Odanın ortasına doğru birkaç adım atmıştı ki, nedenini gördü. Herkes ayak bileklerinden alabandalara zincirlenmişti.

Gemide normalde forslar, yani esir kürekçiler yoktu, o yüzden zincirler asla takılmazdı. Kürekçilerin bile her biri özenle seçilmiş, işlerinin en iyileriydiler. Ama Avusturyalılar gemiyi ele geçirince durum değişmiş, Türk kürekçiler esir olmuştu belli ki. Adnan kalabalığın heyecanlı gürültüsünü bastırmak için eliyle sessiz olmalarını isteyen bir işaret yaptı ve nöbetçiden aldığı anahtarlardan biriyle kürekçileri zincirlerden kurtarmaya başladı.

Herkes neler olduğunu öğrenmeye çalışıyor, telaşlı sorular soruyordu. Zincirleri çıkarmakla uğraşan Adnan, “Gemi borda edildi,” dedi. “Avusturyalılar…” Başka bir kürekçiye geçerken devam etti, “Siz hariç herkesi üst güvertede topladılar.”

“Ya kaptan?” diye sordu biri.

Gözlerini prangalardan ayırmadan başını salladı sadece Adnan.

Herkes zincirlerden kurtulunca odanın ortasına geldi ve kafasındaki planı anlatmaya başladı.


Sancak tarafındaki ipleri kullanarak yukarı doğru çıkıyordu. Havanın soğukluğu çok hissedilmiyordu artık. Gemiyi düşman gemisine doğru çektikleri için irtifa kaybetmiş olmalıydılar. Zaten güneş de iyice tepeye yükselmiş, öğlen vakti gelmişti. Tırmanırken göz ucuyla aşağıya baktı. Evet, kesinlikle de yere daha yakındılar ve şehir hala olduğu gibi ayaklarının altındaydı. Tuna nehrinin bir yanında Osmanlı ordusu, diğer yanında da Viyana… İki tarafın da balonları havalanmıştı. Herkes Bulut’tan gelecek işareti bekliyordu. Ama o işaret bir süre daha gelmeyecekti.

Adnan, gözünü yukarı dikip tırmanmaya devam etti. Birkaç adım sonra küpeşteye ulaşınca durdu. Başını hafifçe kaldırıp güverteye baktı. Hemen dibinde bir arada duran, diz çökmüş esirleri gördü. Gözü hemen ağabeyini aradı. O en öndeydi. Esirlerin sağında ve solunda ellerinde kılıçlarla birer nöbetçi bekleşiyordu. Güvertedeki düşmanları saydı. Tam on altı kişi vardı, üstelik düşman gemisi de artık iyice yaklaşmıştı. İskele tarafında her çekişte daha da yaklaşan geminin siyah balonu görünebiliyordu. Hemen harekete geçmeliydi.

Üst güverteye çıkan merdivenlere doğru baktı. Kürekçilerin yerlerini alıp almadıklarını bilmiyordu ama daha fazla bekleyemezdi. Esirleri gözleyen iki nöbetçinin de arkasını döndüğü bir anda sessizce kendini yukarı çekti. Güverteye atlayıp hemen esirlerin arkasına çömeldi. Hançerini çekti ve en arkada başı öne eğik bir şekilde duran Topçubaşı Davut Bey’in bileklerindeki ipi keserken kulağına fısıldadı. “Sen soldakini hallet!”

Davut Bey bir anlığına şaşırdı ama Adnan’ın hançeri ona uzattığını görünce gözlerine canice bir parıltı yayıldı. Davut Bey sessizce soldaki düşmana yaklaşırken, Adnan da esirlerin arkasında çömelmiş bir halde sağ kanada doğru ilerledi. Hala onu gören olmamıştı. Kılıcını büyük bir dikkatle kınından çekti. Topçubaşıyla göz göze geldi, başıyla belli belirsiz bir işaret yaptı ve sağdaki nöbetçiye doğru atıldı.

Kılıcı saplamadan önce attığı son adımı bilerek biraz sert bastı, tahtaların gıcırtısını duyan nöbetçi de ona doğru döndü ama ne olduğunu anlayamadan kılıç karnına giriverdi. “Arkadan saldırmak bize göre değildir” diye fısıldadı Adnan yüzündeki dehşet ifadesiyle ölmekte olan adama. Sonra hızla kılıcını adamdan kurtardı ve ağabeyine doğru döndü.

Bulut Reis’in kanlı yüzünde inanamaz bir ifade vardı. Kardeşinin öldüğünü sanıyordu belli ki. Adnan hemen ağabeyinin arkasına çöktü. Çok az vakit vardı. Birazdan güvertedeki herkes olan bitenin farkına varacaktı. Kılıcını ağabeyini bağlayan iplere yaklaştırdı.

Birinin yabancı bir dilde bağırdığını işitti. Geminin ön tarafına yakın düşman askerlerinden biri elindeki tüfeği esirlere doğrultmuş tehdit edici bir tonda bir şeyler diyordu. Sesi duyan her düşman da esirlere doğru döndü. Kimi kılıcını çekti, kimi de omzundaki tüfeği kaldırdı.

Adnan soluna, kurtardığı Topçubaşına doğru baktı. Elindeki kanlı hançerle o da gafil avlanmıştı.

Yavaşça ayağa kalkarken kılıcını da saldırmayacağını göstermek ister gibi yavaşça yana doğru indirdi. Sonra da kanlı çeliği yere attı ve ellerini teslim olmuş bir şekilde kaldırdı.

İki kişi ona doğru yaklaşmaya başladı. Birinin elinde kılıç, diğerinde de tehditkâr bir şekilde üzerine çevrilmiş bir tüfek vardı. Adnan kılını kıpırdatmadı. Yan gözle üst güverteye çıkan merdivenlere baktı. Nerede kaldı bunlar?

İki adam da Adnan’ın iki adım ötesinde durdu. Birbirlerine göz ucuyla bakındılar. Onu kimin bağlayacağına karar vermeye çalışıyorlardı belli ki. Ve o anda Adnan merdivenlerden uzanan tanıdık bir yüz gördü.

Fişek gibi bir hızla sağ elini arkaya attı ve belinde duran tabancalardan birini çekip, tüfekli düşmana doğru ateşledi. Hasmının ayakları yediği kurşunun etkisiyle yerden kesilirken, Adnan tabancayı bir kenara attı ve hızla eğilip yerdeki kılıcını alırken bağırdı, “Hücum!”

Aynı anda birçok şey oldu. Tüm esirler yerlerinden fırlayıp elleri bağlı olmalarına rağmen düşmanlara doğru atıldı. Güverte merdivenlerinden silahlı kürekçiler naralar atarak hücuma geçti. Adnan’a doğru elindeki kılıçla hamle eden düşmanın kellesi bir hareketle uçtu.

Düşman ateşinden birkaç levent kanlar içinde yere düşerken Adnan’ın gözleri ağabeyini aradı. Elleri arkadan bağlı olmasına rağmen bir düşmanla boğuşuyordu. Yardımına koşmak istedi ama daha önemli bir şey gördü. Düşman gemisiyle aralarında çok az mesafe kalmıştı. Karşıda, gemilerinin kenarından tüfeklerini kaldırmış ateş eden, küpeştenin üzerine çıkmış ve Bulut’a atlayabilmek için gemilerin biraz daha yakınlaşmasını bekleyen düşmanları görebiliyordu artık. Birkaç dakikaya kalmaz gemiler birbirlerine değecek kadar yakınlaşacaktı.

Adnan, düşmanla kapışmakta olan kürekçilere doğru kılıcını doğrultup çatışmanın gürültüsünü yararak bağırdı. “Üç kişi zıpkın odasına! Balonu vurun!”

Birkaç kişinin aşağıya doğru koşturduğunu gördü. Fakat dertleri bitmiş değildi. İki gemiyi birbirine bağlayan halatlar boyunca birkaç düşman askerinin Bulut’a doğru ilerlediğini görebiliyordu. Hızla ileri atıldı. Yerdeki birkaç cesedin üzerinden atladı, kendisine hamle eden birini kılıcıyla yaraladı, önüne çıkan birini kenara ittirdi ve iskele tarafına ulaştı. Ama düşmanlardan biri çoktan karşıya geçmişti bile. Adam küpeşte üzerinde, balona çıkan halatlardan birine tutunmuş bir halde ayakta duruyordu.

Göz göze geldiler. Düşmanın eli belindeki tabancaya doğru gitti. Adnan’ın ki de öyle. Tabancalar aynı anda patladı.

Düşman da, Adnan da geriye doğru savruldu. Adnan sol omzunda keskin bir acı hissetti yere düşerken. Ama düşman sağlam bir yere düşecek kadar şanslı değildi. Kenardan düşüp gözden kayboldu.

Adnan’ın eli omzuna gitti, sonra kanlı eline baktı. Yaralandığını anlaması için omzunu görmesine gerek yoktu. Zaten kan içinde olan elleri şimdi kendi kanına da bulanmıştı. Yattığı yerden kalkmaya çalıştı. Ama kendini birdenbire çok güçsüz hissedince sendeledi. Ölümüne çarpışan kalabalığın arasında gözleri ağabeyini aradı. İpleri kesmek zorundaydılar.

Hengâmenin içinde bir anlığına Bulut Reis’i gördü. Ağabeyinin elleri hala arkasından bağlıydı ama buna rağmen düşman kaptanını altına almış diziyle boğmaya çalışıyordu.

Adnan ağabeyine seslenmeye çalıştı ama kuru ağzından anlamsız bir hırıltı çıktı sadece. Gözlerini kırpıştırarak düşman gemisinin kara balonuna baktı. Düşmanların Bulut’a atlaması an meselsiydi artık. Kalkmalıydı. Gemileri bağlayan ipleri kesmek zorundaydı. Büyük bir güçlükle kılıcından destek alarak doğruldu. Kenara doğru sendeleyerek bir adım attı. İplerden karşıya geçmek üzere olan iki kişi daha vardı. İplerden birini keserken düşman gemisinden açılan yaylım ateşine aldırmadı. Bordadan parçalar kopuyor, sağından solundan vızıldayarak saçmalar geçiyordu. Gözleri kararmaya başlarken diğer iki ipi de kesti. Aşağı düşen düşmanların çığlıkları, kılıç şakırtıları ve ateş sesleri arasında kayboldu. İplerden kurtulan iki gemi de şöyle bir sarsıldı.

Sonra Bulut’un alt güvertelerinden zıpkınlar fırladı. Düşman gemisinin kara balonunda büyük delikler açıldı. Karşı gemideki tayfalar Bulut’a ateş etmekle meşgul değildi artık. Sonbaharda düşen bir yaprak gibi savrulan gemide sağa sola can havliyle koşuşturuyor, tutunacak bir yer arıyorlardı.

Adnan bitkin bir halde sırtını küpeşteye verdi ve kanla yıkanmış güverteye çöktü. Ayakta bir tane bile Avusturyalı kalmamıştı.

Ağabeyinin kalabalığı yararak yaklaştığını gördü. Bulut Reis kardeşinin önünde çöktü. “Yaralanmışsın,” dedi kaşlarını çatarak. “Hekimi çağırın!”

“Hayır,” dedi Adnan belindeki kuşağı çözerken. “Ben iyiyim. Daha acil olanlara baksın.” Kuşağını yaranın üzerine sararken ağabeyine baktı. Yapılması gereken son bir şey daha vardı.

“İşaret varili,” diyebildi Adnan acıdan yüzünü buruştururken.

Bulut Reis bir an afalladı. “Hedefleri vurdun, merdiveni kesmelerine rağmen ölmedin ama işaret varilini patlatmadın ha?”

“İki halde de işin ucunda kellen vardı,” dedi Adnan sırıtmaya çalışarak, “ben de bari gemiyi sağlama alalım dedim.”

Kaptan güvertede sevinen, birbirine sarılan ya da yaralı arkadaşlarına yardım eden tayfalara bir baktı. Topçubaşı Davut Bey’i görünce bağırdı. “İşaret varili, çabuk varili atın!”

Davut Bey merdivenlerde kaybolurken ağabeyi tekrar Adnan’a döndü, “Seni deli yiğit seni!” dedi ve kardeşinin sağ omzuna elini atıp hafifçe sıktı. Sonra ayağa kalktı ve bağırdı. “Kürekçiler yerlerine! Rotayı nehrin öte tarafına çevirin!” Sağlam kalan kürekçiler telaşla koşuşurken devam etti Kaptan, “Ve bana Macar’ı bulun!”

Aşağıdan bir patlama sesi duyuldu. İşaret verilmişti.


Macar güverteye çıkarıldığında o koca gözlerini açık tutabilmekte zorlandı. Ocağının dışına çıktığını gören çok nadirdi zaten. Gün ışığına alışması baya sürecekti.

Leventlerden biri adamı kaptana doğru resmen sürüdü. Karşısında Bulut Reis’i görünce Macar’ın yüzündeki şaşkın ifade korkuya dönüştü. Durmaya çalışırken arkadaki levendin ittirmesiyle tökezledi.

Kaptan kılıcını çekti. Ucunu Macar’ın boynuna doğrulttu. Adam, gözlerini sanki ilk kez kılıç görüyormuş gibi kırpıştırarak parlayan çeliğe baktı dehşetle.

“Seni hain,” dedi Kaptan kılıcın ucunu boynuna iyice yaklaştırarak. “Bulutu bilerek dağıttın.”

Adnan şaşkınlıkla olan biteni izliyordu.

“Ha-hayir,” diyebildi Macar kekeleyerek. “Ben bir şey yapmadim. Ocak…”

“Sus bre,” dedi Bulut Reis öfkeyle. Kılıcın ucu Macar’ın köprücük kemiğinin üzerine batıyordu artık. Bir damla kan süzüldü kurum lekeleriyle kaplı elbisesinin içine doğru. Macar, kendi dilinde bir şeyler kekelemeye başladı.

Adnan yerinden zorlukla doğruldu. Ağabeyi ne yapıyordu böyle? “Ağabey?”

“Avusturyalılarla konuştuğunu duydum,” dedi Kaptan dişlerini arasından tıslayarak. “Bulutu dağıttı ki bizi bulabilsinler!” Kılıcı biraz daha ileri dürttü.

Adnan, Macar’a hiçbir zaman pek güvenmemişti. Ama kendilerini Avusturyalılara satacak kadar namert olacağı da aklının ucundan geçmezdi. Adam zaten onlardan kaçarak Osmanlıya sığınmamış mıydı?

“Niye bizi sattın söyle haysiyetsiz! Yoksa şuracıkta kelleni alırım!” diye bağırdı kaptan.

Macar açık açık ağlıyordu artık. Adnan adamın kim olduğunu, neler yaptığını bilmese ona acıyabilirdi bile.

Bulut Reis’in kanlı kılıcı tıknaz adamın boynu hizasında havaya kalktı. Herkes sessizleşti. Güvertede duyulan tek ses Macar’ın hıçkırıklarıydı. Adnan ağabeyinin gözlerinin daha önce hiç görmediği bir öfkeyle yandığını gördü. Belki sabah gelen ferman yüzünden, belki de mürettebatı önünde küçük düşürüldüğü için, ya da sadece sabahtan beri ters giden her şeyden sonra ağabeyi kontrolünü kaybetmiş gibiydi. Kılıç gerçekten de inecekti. Macar’ın kellesi giderse ağabeyininkinin de giderdi. Herkes bunu çok iyi biliyordu. Çünkü sisinin nasıl yapılacağını bilen tek kişiydi Macar ve bir hava gemisini bulut olarak saklayabilmek saraydakilere göre paha biçilemez bir şeydi. Ama buna rağmen Adnan, ağabeyine engel olmadı.

“Ailemi aldilar,” diyebildi Macar sonunda. Gözlerini önündeki kılıçtan ayırmadan başını biraz dikleştirmişti, hıçkırıkları kesilir gibi oldu. “Gemiyi onlara verirsem onlara bir şey yapmayacaklardi. Ben…”

Kaptan, adamın söylediklerini tartarken kılıç bir süre havada kaldı. Macar doğruyu söylemiyor olabilirdi. Ölmek üzere olan bir adam her şeyi söyleyebilirdi. Fakat Adnan, ağabeyinin gözlerindeki öfkenin yerini başka bir şeyin aldığını görebiliyordu artık. Yine o emirlere harfiyen uyan adam geri gelmişti. Kılıç yavaşça geri çekildi. Sertçe kınına sokuldu. “Bugün ölen her yiğidin kanı senin ellerinde!” dedi Bulut Reis. Sonra adamı tutan levende doğru, “Götürün şunu!” dedi. “Kellesinin yerinde durup durmayacağına hünkârımız karar versin!”

Macar sürüklenerek götürülürken, Bulut Reis geminin arka tarafına doğru yürüdü. Adnan da onu izledi. Ellerini küpeşteye dayayıp nehrin ötesinde yanan şehre baktılar. Bulut, Tuna nehrinin geçip Osmanlı kampının üzerine doğru ilerlerken, donanma çoktan şehri bombalamaya, düşman balonlarını düşürmeye başlamıştı bile.

Ordu duvarlarda açılan gediklerden şehre giriyordu. Hisarlardan birine üç hilalli bayrak çekildi. Adnan sağlam elini ağabeyinin omzuna koydu gülümseyerek. “Viyana bizimdir.”

Fakat Bulut Reis ne gülümsedi, ne de bir şey söyledi. Sadece boş gözlerle yanan şehre baktı.


Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

5 × one =