Ana sayfa » Blog » Öykü – Seçim Piyangosu
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 15 Ağustos 2012 tarihinde Gölge E-Dergide yayınlanmıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

E-Kitap Linkleri
Öykü hakkında ne dediler?
  • Kayıp Dünya (2 yorum)
    • Sonuna kadar hep bir endişe ile acaba kabul edecek mi diye beklerken, içimize su serpen, umut yeşerten bir son 🙂 Umarım asla bunun gibi bir gelecekle yüzleşmeyiz. Yine bir Mehmet Kardaş öyküsü bekliyoruz heyecanla en kısa zamanda 🙂 – Pınar KARACA
    • Fazla iyimser bir finale sahip olduğunu düşünüyorum. Ancak bu, benim adıma hikayenin çekiciliğinden ve sürükleyiciliğinden bir şey kaybettirmedi. Sonuna kadar merakla okudum. Tebrik ederim Mehmet Bey. – Dursun Kılıç
  • Google Books (4.4/5 – 10 oy, 1 yorum)
    • Ben çok sevdim yaşıt larıma”büyüklerime”tavsiye ederim – 3D player
  • Kobo (3.3/5 – 18 oy)

Seçim Piyangosu

“Oy satışları bu sabah sekizden itibaren tüm yurt genelinde resmi olarak başlayacak.”

Kafenin televizyonundan aceleci sabah kalabalığına seslenen bayan spikeri dinlerken çay ve simitle kahvaltımı yapıyordum. Saat sabahın yedi buçuğuydu. İşe giderken Pazartesi trafiğine takılmamak için evden erkenden çıkmıştım. Şimdi de kahvaltı niyetine Kızılay’da bir simit kafede oturmuş, mesaiye başlamadan önce bir şeyler atıştırıyordum.

“Süregelen spekülasyonların aksine bu sene de vatandaş puanlarında bir değişiklik yapılmadı. Her sene olduğu gibi, eğitim, iş ve ailevi durumunuz, ülke gelişimine yaptığınız katkılar gibi alanlar göz önüne alınarak belirlenen vatandaşlık puanınızı e-devlet sayfanızdan öğrenebilirsiniz,” diyerek devam etti spiker.

‘Vatandaşlık’ puanımı öğrenmek için bir siteye girmeme gerek yoktu. Geçen sene yapılan son seçimlerde de puanım 10’du, bu sene de değişmeyecekti çünkü puanımı belirleyen kriterlerin hiçbirinde bir değişiklik yoktu. Ne zar zor bitirebildiğim üniversite eğitimime devam etmiştim, ne işimde terfi almıştım, ne de topluma görünür bir katkım olmuştu. Bu yozlaşmış sistem gibi yıllardır ben de değişmemiştim.

Simidimden büyük bir parça kopardım. Sistem de tıpkı Ankara simidi gibiydi. Yıllar içinde Ankara’nın sesi, kokusu, görünüşü değişiyordu ama hiç değişmeden kalan şey şu simit ve sistem oluyordu.

“Satışların başlamasıyla gayri resmi sonuçlar elimize ulaşmaya başlayacak ancak uzmanlar iktidar ve muhalefet partilerinin bu seçimde başa baş gideceğini tahmin ediyor. Oy satışlarında iktidar partisi vatandaşlık puanlarına 1’e 3 vermesiyle hâlâ en yüksek katsayıya sahip. Onu 2,5 katsayı puanıyla muhalefet partisi ve azalan miktarlarda diğer partiler takip ediyor.”

Diğer bir deyişle puanı 10 olan ben, oyumu iktidar partisine satacak olursam 30 TL kadar bir para kazanacaktım. Vatandaş olarak değerim 10 puandı, en fazla 30 Türk lirasıydı. Vatandaşlık puanı benden daha az olanlar oylarını daha aza, benden yüksek olan sözüm ona aristokrat kesim ise daha pahalıya satabiliyordu. Ancak seçme şansı ve hakkı sadece görünüşte bizdeydi. Birçokları oyunu puanlarına karşılık en çok parayı veren partiye satıyordu, bu da genelde parası bol olan bir önceki iktidar ya da muhalefet partisi oluyordu. Böylece o oyları alan parti güçlendikçe güçleniyor, her sene katsayısını daha da yükselterek mecliste kalmaya devam ediyordu.

Partiler için bu sadece bir yarıştı. Her şey, vardığın noktaya bir sene daha tutunabilmekten ibaretti. Değişimi hızlandırmak için seçimler yılda bir yapılıyordu ancak bunun da bir faydası olmuyordu. Parayı veren yine düdüğü çalıyordu. Meclise girebilmek için gereken yüzde onluk puan barajı da parası olmayan idealist partilerin önünü kesiyor, oylar sürekli paraya doğru akmaya devam ediyordu.

Ben ise oyumu satmıyordum, bu sene de satmayacaktım. Tek başıma bir şeyleri değiştiremeyeceğimin farkındaydım ama çığırından çıkmış bu düzene destek olacak değildim.

Sisteme sinirlenerek sıcak çayımdan bir yudum aldım, ama ayarı fazla kaçırınca ağzımı yaktım.

“Oy satışlarının başlamasıyla beraber, seçim piyangosunu kazanan vatandaşımız da belli oldu…”

Merakla spikere kulak kesildim. Bu nokta önemliydi.

Sistemin dengesizliği yanında, seçim sonuçlarında çok büyük değişikliklere yol açabilen, şansa bağlı bir faktör daha vardı. Seçim piyangosu denilen ve rastgele olduğu söylenen bir piyangoyla bir vatandaş seçiliyor ve onun oyu, direkt olarak toplam oyların yüzde onu olarak kabul ediliyordu. Diğer bir deyişle, tek bir kişi yapacağı tercihle, bir partinin barajı geçeceğini garanti edebiliyor ya da genelde her zaman olduğu gibi oyunu büyük partilere satarak zengin oluyor ve seçimin gidişatını değiştiriyordu.

“Bu seneki seçim piyangosunu kazanan vatandaşımız…” Ekranın sağ üst köşesinde bir fotoğraf belirdi. “…Erdem Sönmez.”

Bir hayalet görmüş gibi, oturduğum taburede donup kaldım. Ekrandaki kişi bendim, isim bana aitti.

Bu gerçek olamazdı. Piyangoyu kazanan gerçekten ben miydim? Tekrar fotoğrafa baktım. Bu, kimliğimde bulunan, yirmili yaşlarımda çektirdiğim eski bir resimdi, o yüzden onu görmek, hem de televizyonda tüm dünyaya sunulurken görmek işin gerçek dışılığını daha da artırıyordu.

“Talihli vatandaşa muhabirlerimizden henüz ulaşan olmadı. Erdem Sönmez’in oyunu satmak için satışların sona erip, kapalı oylamaların başlayacağı Perşembe akşamına kadar vakti var…”

Spikerin sesi artık kafamın içindeki uğultuda kayboluyordu. Ellerim terliyor, kalbim hızla çarpıyordu. Televizyondaki resmi görenlerin beni tanıyıp tanımadığını anlamak için paranoyakça etrafıma bakındım ama ne kadar şanslı olduğumu düşünen ve kıskançlıkla bakan hiçbir yüze rastlamadım. Herkes kendi derdindeydi. Benim gibi birçokları da işe gitmeden, yeni güne başlamadan önce bir şeyler atıştırmakla meşguldü.

Saatime baktım. Sekize çeyrek vardı. Oy satışlarının başlamasına sadece on beş dakika kalmıştı.

Yarısı duran simide dokunmadan parayı ödemek için yerimden kalktım. Parayı verirken kasiyerle göz göze gelmemeye çalıştım ama elimin titremesine hâkim olamayınca garip bakışlarına maruz kalmaktan kaçamadım.

Sonunda kendimi kafeden atıp Kızılay’ın sabah gürültüsüne daldım. Kafamı toparlayıp olan biteni düşünmem gerekiyordu. İşe gidebilir miydim? Hayır, parti temsilcilerinin beni ilk bekleyeceği yer orası olurdu ve şu anda görmek istediğim insanlar onlar değildi. Önce oyumu nasıl kullanacağıma karar vermeliydim.

Oyumu büyük partilerden birine satar mıydım? Kendi kurdukları düzenle yönetimi yıllardır ellerinde tutan bu partilere oyumu satarsam, ben de en az onlar kadar bu düzenin bir parçası olurdum. Fakat satacak olursam da, kazanacağım para milyonlarla ölçülür seviyede olurdu. Eşim hamileydi, bir ay içinde bir kızımız olacaktı. İkimiz çalışarak kıt kanaat geçinebiliyorduk. Ailemize yeni biri katıldıktan sonra bu şekilde devam edebilir miydik? Peki, sisteme karşı gelerek ailemi bu fırsattan yoksun bırakmak doğru muydu?

Kararsızlık içinde kıvranırken cep telefonum çaldı. Oyumu satın almak isteyen parti temsilcilerinden biri arıyor olmalıydı. Ekrana baktım. Hayır, arayan eşim Ayşe’ydi.

Bir anda her şey aklımdan çıktı. Bir şey mi olmuştu? Doğum sancıları mı başlamıştı? Henüz çok erken değil miydi?

Kaldırımda akan kalabalığa aldırmadan, yolun ortasında durup telaşla telefonu açtım, “Alo, Ayşe bir şey mi oldu?”

Güldü.

“Sakin ol canım, bir şey yok. Sen gittikten sonra bebek tekme atıp durdu, uyuyamadım.”

Rahatlayarak tuttuğum nefesi bıraktım. Bebek iyiydi, Ayşe iyiydi.

“Ne yapıyorsun diye bir arayayım dedim,” diye devam etti Ayşe. Konuyu açmadığına göre anlaşılan eşim piyango işini henüz duymamıştı.

“İyiyim, işe gidiyordum,” diyerek yalan söyledim. Onu gereksiz yere heyecanlandırmak istemiyordum.

“İyi o zaman,” dedi bir iç çekerek. “Ben aslında bir de şey diyecektim. Emlakçıya bugün uğramayı unutmayacaksın değil mi? Ödeme seçeneklerini öğren artık. Kredi işine de bak. Daha fazla geciktirme. Bebeğimiz kendimize ait bir evde doğsun istiyorum.”

Kendi kendime sessizce kızdım. Piyango olayı yüzünden bunu tamamen unutmuştum.

Birkaç aydır bir ev satın almak için piyasayı araştırıyordum. Fiyatlar tek seferde karşılayamayacağımız kadar yüksekti. En sonunda uygun kredilerle ev satın alınabilen bir emlak acentesi bulmuştum. Ama bu uygun kredilerle bile önümüzdeki 20 yıl sürekli borç ödemek zorunda kalacaktık.

Şu an ev meselesiyle ilgilenebileceğimi sanmıyordum ama “Tabii,” dedim. “Unutmadım. Konuşacağım.”

Vedalaşıp telefonu kapattım. Ayşe seçim piyangosunu kazandığımı duysa ne düşünürdü? Görüşlerimi sonuna kadar savunan biri olduğumu biliyordu. Özellikle de güce sahip olduğunu düşünen ve bunu kötüye kullananlara karşı büyük bir nefret duyuyordum.

Çocukluğum Ankara’nın varoşlarında geçmişti. Ailem varlıklı değildi. Her noktada gücü ve parası konuşanların tercih edildiği bir düzende tırnaklarımla kazıyarak buraya kadar gelmiştim. Her adımda, yozlaşmış insanların neler yapabileceğini görmüştüm.

Ayşe hislerimden haberdardı, oyumu nasıl kullanacağımı da anlayışla karşılar mıydı? Peki, gerçekten ben oyumu nasıl kullanacaktım?

Hâlâ elimde olan cep telefonumu cebime atıp nereye gittiğimi bilmeden yürümeye başladım. Düşünceli bir halde bir yaya geçidi önünde beklerken, makam arabası olduğu belli olan siyah bir araba hemen önümde durdu ve koyu renkli arka camı indi. İçerden orta yaşlı bir adamın yüzü göründü.

Adam, “Erdem Bey?” dedi.

Eğilip cama yaklaştım, “Sen…”

Yakından bakınca yüz şekle büründü. Televizyonda görmekle, gerçek hayatta görmek arasında garip bir fark vardı ama kim olduğunu anlamıştım. Bu adam iktidar partisinin başkanıydı. “Sen Korkut Kara’sın.”

Ciddi bir şekilde başını salladı. “Evet, doğru. İçeri gel.”

Arabasına girmek gibi bir niyetim yoktu ama ön kapı açılıp iri yarı bir koruma dışarı çıkınca ister istemez geri adım attım. Koruma hiçbir şey demeden uzanıp arka kapıyı açtı.

İçeride birbirine bakan karşılıklı iki deri koltuk vardı, Korkut arkaya bakan koltukta oturuyordu. Başıyla bana içeri girmem için bir işaret yaptı ve daha ne yaptığımın farkına varamadan kendimi içerde, karşısında oturuyorken buldum. Kapı kapandı, araba hareket etti.

Korkut, iktidar partisinin başkanıydı, 5 yıldır ardı ardına meclise girmişti ve benim gözümde bu sistemin en kokuşmuş dişlilerinden biriydi. Ama karşımda oturan adam hiç de öyle şeytana benzemiyordu. Ellili yaşlara yaklaşmış, televizyonda pek belli olmamasına rağmen saçları yavaş yavaş ağarmaya başlamış ve yüzü hafiften çökmüştü. Benim onu süzdüğüm gibi belli belirsiz bir sırıtışla o da beni süzüyordu. 

“Erdem, aylık ne kadar maaş alıyorsun?” diyerek sessizliği bozan ilk o oldu ve beni hazırlıksız yakaladı.

“N-ne?”

Hâlâ bu ani karşılaşmanın şokunu üzerimden atamamıştım. Parti temsilcilerinin eninde sonunda beni bulacağını biliyordum ama bu kadar çabuk olacağını ve karşımda bizzat iktidar partisinin başkanını göreceğimi beklemiyordum.

“Seni ilgilendirmez,” dedim sesimdeki savunmacı tona ben bile şaşırarak.

Korkut ‘sakin ol’ der gibi ellerini kaldırdı. Sonra öne doğru eğildi, yüzünü bana yaklaştırdı. “Tamam, direk konuya gireyim o zaman. Oyunu bize satarsan sana 9 milyon vereceğiz.”

Yutkundum. 9 milyon Türk lirası. 9 milyon. Bu benim tüm hayatım boyunca kazanacağım paradan daha yüksek bir rakamdı. Yeni bir ev almak bir yana, uzun yıllar dertsiz tasasız yaşayabilirdik. Ama işte bu para düşmanın ta kendisinden gelecekti. Sistemin deliklerinden akarak bana ulaşacaktı ve sonunda kazanan yine sistem olacaktı.

“Hayır,” dedim kendimi zorlayarak. “Satmıyorum.”

Sonraki bir anlık sessizlikte az önce satmıyorum diyenin gerçekten ben olup olmadığımı düşündüm. Bunu yaparak ailemin ihtiyaçlarını hiçe sayıyordum. Ama eğer kabul edersem şimdiye dek inandığım her şeye karşı gelmiş olacaktım. Bu, ömrüm boyunca diktiğim duvarı kendi ellerimle yıkıp altında kalmak gibi olurdu.

Korkut onaylar şekilde başını salladı. “Tamam,” dedi. “Pazarlık yapmak istiyorsan yapalım. 9,5 milyon.”

“Satmıyorum.”

“10 milyon. Bu son teklifimdir.”

“Hayır,” dedim ısrarla. “Satmıyorum.”

Korkut bir şey demeden yüzünü siyah camlara çevirdi ve bir süre sessizce dışarıyı izledi, sonra tekrar bana döndü.

“Muhalefet sana bizden önce ulaştı değil mi?” İnanamıyormuş gibi başını salladı. “Ne kadar teklif etti o şerefsizler?”

Bir şey söylemedim. Onun gözünde ben, rakibinden daha önce ısırmak için yarıştığı bir yemdim, sadece bir rakamdan ibarettim. “Lütfen kenara çekin, inmek istiyorum.”

Korkut sinirle burnunu çekti, koltuğuna iyice yaslandı, eliyle zaten düzgün olan saçlarının üzerinden geçti. “Bak, galiba yakın zamanda bir kızın olacakmış. Ona güzel bir hayat vermek istemiyor musun?”

 “Senin parana ihtiyacımız yok,” dedim kendime güveniyor gibi görünmeye çalışarak. Bu adam kızımdan nasıl haberdar olmuştu?

İçimde büyüyen kötü hisse aldırmadan, beni duyduğundan pek emin olamadığım şoföre doğru, “Arabayı kenara çeker misin?” diye bağırdım.

Korkut şoföre dönüp, belli belirsiz başını salladı ve sonunda araba kenara yanaşıp durdu.

Kapıyı açmak için hamle yaptım ama Korkut aniden kolumu yakaladı, yüzünü yüzüme birkaç santim kalana kadar yaklaştırdı. “Oyunu sakın o heriflere satma,” dedi. Sesi öfke doluydu, tıslama gibi çıkıyordu. “Bunu yapma. Belki duymuşsundur, bu devirde hastaneler pek güvenli olmayabiliyor. Oyunu muhalefete satarsan kızına dikkat et, tamam mı? Doğumdan sonra hastanelerde her şey olabilir.”

Dondum kaldım. Hiç beklemediğim bir anda gelen bu buz gibi sözler midemi tepetaklak etti, sırtımdan soğuk terler boşandı. Devleti yöneten bu adam, henüz doğmamış kızımı tehdit ediyordu. O milyonları almak için içimde ne kadar istek varsa hepsi silindi, yerini sadece saf nefret aldı.

Üzerine atılmak, boğazını sıkmak istedim, televizyonlarda göstermeyi çok sevdiği o suratını dağıtmak istedim. Fakat ben daha bir şey yapamadan Korkut kolumu bıraktı. Koltuğuna yaslandı, takım elbisesini düzeltti, arkasındaki ara pencereye tıkladı. Ön kapı açıldı, koruma gelip çıkmam için arka kapıyı açtı.

Az önceki tehditten sonra içindeki kahvaltıyı boşaltmak için kıvranan mideme aldırmadan, bir şey söylemeden dışarı çıktım. Koruma kapıyı kapatmadan önce içerden Korkut’un sesi duyuldu, “Dediklerimi iyi düşün. Beni ara.”

Koruma elime bir kart tutuşturdu ve arabaya bindi. Araç beni kaldırımın kenarında bırakarak uzaklaştı. Midem içindekileri yol kenarına boşalttı ve ben kim bilir ne kadar süre orada oturup tekrar kendime gelmeyi bekledim.

Daha bir saat önce günlük mesaisini yapmaya giden sıradan bir vatandaştım. Sadece 10 puan değerindeydim. Şimdiyse oyların yüzde onu benim elimdeydi, ailemi, kızımızı, geleceğimizi korumak benim elimdeydi ama bunun için şeytanla anlaşma yapmam gerekiyordu.

Kendimi toparlayıp ayağa kalktım. Bu piyango, nimetten çok bir lanetti ve ondan kurtulmalıydım. Bunun için aklıma bir çıkar yol geliyordu ama bu durumda oyumdan yüksek meblağlar elde etmem mümkün olmayacaktı.

Bir önemi yoktu, aileme gereken sadece bir şey vardı.

Nerede olduğumu anlamak için etrafıma bakındım. Araç beni seçim caddesinin girişinde bırakmıştı. Bu cadde boyunca sağlı sollu dizilmiş onlarca parti, seçilirlerse bir yıl boyunca yapacaklarını anlatıyor, puan katsayılarının reklamını yapıyor, mikrofonlara bağırıp çağırıyor, mümkün olduğunca çok oy satın almaya çalışıyordu.

Bayrak ve flamalarla bezeli cadde boyunca kararsız bir halde ilerledim. Adını bile duymadığım o kadar çok parti vardı ki. Her biri sadece yapacaklarını vaat ettikleri bir işe odaklanmış, hayal gücünden yoksun parti isimlerine sahipti;

Eğitim Sistemini Geliştirme Partisi (ESGEP) – Çocuklarınızın geleceği için oylarınızı bize satın

Memur Maaşlarını Artırma Partisi (MEMAP) – Memur devletin can damarıdır, oylarınızla devlete can verin

İşsizliği Çözme Partisi (İÇÖP) – Kimse işsiz kalmayacak, oylar boşa gitmeyecek

Ve daha niceleri…

Ancak onca parti arasından bir tanesi dikkatimi çekmişti; Seçim Sistemini Değiştirme ve Eşitliği Sağlama Partisi (SES-DESP) – Her vatandaş eşit olacak, oylar satılmayacak

Vaat ettikleri şeyleri düşünerek SES-DESP standı önünde durdum. Parti, caddedeki en küçük stantlardan birine sahipti. Belli ki pek destekçileri yoktu. Böyle idealist bir partinin meclise gireceğini kimse beklemiyor olmalıydı. Meclise girseler bile, sistemin acımasız dişlileri arasında ezilmeden değişime ön ayak olabilmeleri mümkün müydü?

Korumanın elime tutuşturduğu, hâlâ elimde duran karta son kez baktım. Artık kararımı vermiştim, şeytanla anlaşma yapmayacaktım. Kartı buruşturup attım ve SES-DESP standında duran görevliye doğru yürüdüm.

“Ben seçim piyangosunu kazanan kişiyim, oyumu size satıyorum,” dedim.

Şaşkın bir halde bir bana, bir elindeki broşürlere baktı.

“Sadece başımızı sokacak bir ev istiyorum.”


Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

five + eighteen =